15:26 | Author: ceratium
Tek derdi oksijen getirip götürmek olan 3-5 alyuvar, birkaç serseri trombosit ve biraz da fibrinojen..

Sen hayatında ilk defa herşeye sahip olduğunu düşündüğün, tekrar hayal kurmaya başladığın gün bir araya gelirler ve hiç olmadık bi yerde öylece durmak isterler.

Gözünle göremezsin, aklınla bilmezsin, öyle ufaklar ki.... O ufacık şeyler nasıl sırayla ve önüne geleni devire devire herşeyi siliverir anlayamazsın.

Anlayabilmek için isimler vermeye çalışırsın; kelebek etkisi ya da karma ya da en basitinden hayat dersin...

Ama tek amacı can vermek olan 3-5 hücrenin bir anda o kadar fazla can alışındaki acı ironiyi tanımlayamazsın hiçbir sıfat adı altında.

Sen öldün, ben öldüm.. Biz öldük, ne acı! Tüm dünya ağız birliği edip sonsuz kelimesinin yerine bizi koymaya hazırlanırken biz öldük.. Oysa  ne kadar da mutluydun o gün hatırla.

Sonrası çöl çıplaklığı. Taş gibi ağırlaşmış yüreğin gündüz kavrulur güneşin alnında. Gece geldiğinde donarsın, çırılçıplak, yapayalnız.. Nefes alamazsın, uykuyu unutursun, içersin, için ezilir. Dur diyemezsin..

Neden sonra bir Pazar sabahı hafifletir yüreğini, giydirir çıplaklığını. Hadi artık der, çık dışarıya bir çocuk gibi. Oyunlar oyna yeniden, zaferler kazan yeniden, tam kazandım derken kaybetmen için.


Category: | Leave a comment
00:46 | Author: ceratium

East 17: It's alright
Andru Donalds: Mishaele
Deep Blue Something: Breakfast at Tiffany's
The Cranberries: Zombie
Joan Osborne: One of us
10.000 Maniacs: Because the night
Queen: You don't fool me
Prince: The most beautiful girl in the world...

Bu ve diğer aklıma gelmeyen bir sürü güzel şarkıyı tampon tampona trafikte dinleyebileceğiniz istasyon neresi diye sorsam, Ankara'lıların cevabı hazırdır: "99.5, Capital Reydiyooo"

Ankara'dan uzakta kaldığım dönemde sessiz sedasız, web sitesine "1993-2008 Capital Radio Turkiye's Hottest Music" notunu bırakıp kapanmış gitmiş. Şimdi ise adrese tıkladığınızda karşınıza Bad Request diye siyah beyaz can sıkıcı bir sayfa çıkıyor.

Ankara'da yerel yayın yaparak işe başlayan, ülkenin ilk özel radyo istasyonlarından birisiydi. Yıllar sonra Türkiye'nin büyük şehirlerinde de yayına başladı. Hakkında çeşitli söylentiler olsa da (burada bahsetmeyeceğim) gerçekten sıcacık müziğiyle dinleyeni bağlayan, dj'lerine doyum olmayan, solid gold sunday, top ten hit list, weekly top 40 countdown gibi programları ile özdeşleşmiş, ezbere bilinen 419 99 99'u tuşlanarak dokuzuncu kişi olma yarışına girilen, 90'ların Ankara'lı gençlerinin ilk istek şarkısını dinlediği, çeşitli biletler kazandığı harika istasyon.

Hala bazı şarkıları dinlerken nayti nayn point fayf, kepıtıl reydio diye içimden mırıldanırım. 99.5, Parliament Pazar Gecesi Sineması çoğumuz için ne etki bırakıyorsa Ankara'nın yabancı müzik severleri için aynı şeyi ifade ediyor zira kanalın kapandığını öğrendikten sonra googleda ufak bir gezinti sonucunda hakkında bir çok blog yazıldığını gördüm.

Benim de ilk isteğimi yaptığım radyo istasyonudur kendisi (benimle ilgili birşey daha öğrendin işte). Ortaokulda Metallica ve Iron Maiden ile tanışmış, ne rock, ne metal ne de pop müzik ayrımı yapmadan tüm şarkıları yabancı müzik adı altında toplamıştım. 6 ay heyecanla numarayı tuşlamış ama istek yapamamışken birgün bir cesaretle:
"alo, metalikadan nating els medırs çalar mısınız?" diye sordum. Aslında içten içe hayır diyeceklerini de biliyordum bir şekilde.
"ayrın meydın da çalmazsınız değil mi?" dedikten sonra "east 17" diyerek telefonu kapattım çünkü söylemesi en kolay grup ismiydi o zamanlar benim için.

İnternetin ve mp3'ün olmadığı dönemde kaset doldurmak diye birşey vardı ve müzik arşivimi Capital Radio jeneriğiyle süslenmiş şarkılarla sabırla oluşturmuştum. Bu kasetlerin bir kısmı tekrar tekrar dinlemekten bozuldu, geri kalanı da arkadaşların arşivlerinde kaybolup gitti.

Müzik zevkim oluşurken, yaşadığım şehirle özdeşleşmiş böyle güzel bir radyoya sahip olmak harika birşeydi. Şimdi ise sevdiğim şeylerden birisinin daha nostalji olduğunu görmek, 30'lu yaşlara gelmişken gerçekten üzücü.

Ancak, googleda araştırırken gördüm ki Capital Radio ekibi boş durmamış, yeni bir radyo istasyonu kurmuşlar: Ankara'da 95.8 frekansından yayın yapan MaxFm. Ayrıca www.maxfm.com.tr internet adresinde de online yayın yapıyorlar. Hemen adresi tıkladım ve aynı sıcak müziği, nayti nayn point fayf yerine maksimum müüüüziiiikkkk ile dinledim. Capital Radio sevenlerin tekrar tiryakisi olacakları güzel bir istasyon.

Şöyle bakınca sanki bir reklam yazısı gibi olmuş ama amacım asla o değil. Artık nostaljiler arasına girmiş, güzel bir dönemi hatırlatan Ankara'nın sevgili radyo istasyonunu hatırlatmak ve sevenlerini yeni istasyondan haberdar etmek.

Müzikle kalın...

15:54 | Author: ceratium
Okumadan yazmaya kalkışmak bir yere kadar oluyor. Ne demişler, " Ne ka ekmek o ka köfte".

Bunu söylerken bir yerlerden başka bi söz sesini yükseltiyor, "Çok okuyan değil çok gezen bilir".

İki-üç atasözü/deyim/vs ile "damlaya damlaya göl olur" misali yazmaya çalışınca bu ka oluyor, eğer gezdiğin yerleri anlatacak enerjin yoksa. Enerji de demeyelim aslında; kendini herşeyden izole hissettiğinde, sevdiğinden, arkadaşlarından, ailenden uzakta kaldığında, iki günlük anılar bile çok uzak geldiğinde, iki gün sonrasının belirsizlikleri içini kararttığında, yaşadığını hissettiğin yer ile yaşadığın yer birbirinden farklı olduğunda işte böyle yarım saatte bir paragrafı dolduramıyorsun. Gezdiğin gördüğün yerleri hatırlamak yoruyor seni. En kötüsü, düşündükçe içinden herhangi bişey yapmak da gelmiyor.

Yağmuru seyredip bi fırt sigara çekiyorum arada, sonra tüm özlediklerimin üstüne bi tane mavi gömlek giydiriyorum. Derin bi nefes daha çekiyorum, sigaram bitiyor, izmaritle şerife bacı tabelasını vurmaya çalışıyorum.

Bir saate yaklaşınca üç satır yazıyı bitirmek, baştan okuyorum yazdıklarımı. Yılarca Kıvırcık'la oturup dalga geçtiğimiz melankolik insanı görüyorum. Günaydın mesajını okuduğumdan bu yana ilk kez gülüyorum, kendi kendime, en iyisi dışarı çıkıp biraz hava almak diyerek. Belki bi mavi gömlek de ben bulurum kendime.
02:42 | Author: ceratium

İlk defa başlarken düşünmedim! Demek istediğim oyun yoktu, yalandan yapılan bir incelik yoktu, sevmediğim şeyi seviyormuş gibi yapmıyordum ya da bilmediğim şeylere aşinaymış gibi de davranmıyordum.

Bunca çalkantının, yeni başlangıcın, yeni şehrin, yeni yüzlerin içinde beni en çok heyecanlandıran şeyin telefonum çaldığında "onun adı" yazması olduğunu fark ettiğimde güldüm kendime. Mutlu ediyordu onun adını görmek, depresyon arası onunla yazışmak. Arayacağımı söylediğimde dalga geçmesi ve ardından aradığımda şaşkınlıkla telefonu suratıma kapatması bile eğlendirdi beni…

Zaman hakkında yazmış yatmadan önce bana, ben balkonda donarken. Doğru zamandan, doğru insandan bahsetmiş. Hayatımda olabilecek en yanlış zamanda karşıma çıkmıştı hâlbuki. Hep yanlış zaman hikâyeleriyle doldurduğum geçmişimle dalga geçer gibiydi söyledikleri, ta ki son cümlesine kadar. “Bizden bağımsız ak istediğin gibi”.

Ayhan hoca ile daha bu akşam yazıştık zaman hakkında, daha doğrusu yazışma değil de iki monolog birbirinden bağımsız aynı pencereye sıkıştı yine. Yine bugün, orbitaller üstüme üstüme gelmeye başlayınca daralıp zaman ve mekânın izafiliği içinde kendi kendime düşünürken ders bitti: “Zamanı biliyorsam biz yoktuk, biz varsak zaman canın cehenneme!”

Bunları yazarken bir kez daha okudum yazdıklarını. İkimizi de doğrular sınıfına koymuş, hatta bizi! Neden öyle yapmış bilemedim. Neden öyle bir sınıflandırmaya ihtiyaç duyduğunu anlayamadım hiç. Aramızdakilerin doğrular üzerine kurulduğunu düşündüğüne inanamam, doğrunun olduğu yerde yanlışın da olduğunu neden görmezden geldi ki?

Biz aynı şeyleri seviyoruz belki, ikiz gibiyiz hatta çoğu zaman ama bu bizi doğru yapmaz ki! Mesela aynı yemeği seviyoruz ama yemekten aynı tadı almıyoruz aslında, aynı müziği dinlerken o coşkuyla doluyor, ben hüzünleniyorum. Bunlar bizi yakınlaştırıyor sadece, doğru ya da yanlış yapmıyor.

Eğer sorarsanız, ısrar ederseniz aramızdakini tarif etmem için, size bir masa ve iki sandalye hayal edin derim, sonra iki kişi gelsin, çeksinler sandalyeleri ve kurulsunlar masaya. Masanın üstüne çocukken hayal ettiğiniz ama hiç gerçek olmayan bir pasta yerleştirin, çok güzel olduğunu bildiğiniz ama tadı hakkında hiçbir zaman fikir sahibi olamadığınız. İşte bu pasta bizim aramızdaki. Yavaş yavaş tadına bakıyoruz pastanın, acele etmeden yutuyoruz lokmaları. Bu sefer aynı tadı alarak hem de. Çünkü bu pasta tamamen bize ait.

Peki, pasta bittiğinde ne mi olacak? O başını yaslayacak kendi yerine, ben ona sarılacağım, biraz uyuyacağız. Sonrasını soruyorsanız eğer o başka bir hikâye...
21:36 | Author: ceratium
Telefon çaldı...

-Alo
-Nasılsın...

Arkadan geçen otobüsün gürültüsü, araba kornası, yağan yağmurun sesi arasında nefes nefese, heycanlı ve hepsinden önemlisi hayat dolu bir ses duyuyorsun. Uyuklayan gözlerin açılıyor, uyuşmaya başlamış zihnin hareketleniyor, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşiyor. Damarlarında kan yürüdüğünü hissediyorsun...

Tüm enerjisiyle karşıma çıkıp bana dur diyen işte böyle birisi. Hikayemde hiç yeri olmadan ortaya çıkıp hayatımın tam ortasına kurulan bir davetsiz misafir.
00:10 | Author: ceratium

En çok bastığım tuşun üzerinde delete yazıyor. Tekrar tekrar yazıyorum, sonra hepsini seçip delete! Bir sürü hikayem oldu öyle...
Son hikayemde parmağım yine o tuşu ararken bişey oldu, birisi çıktı, dur dedi sessiz sessiz.